“İnceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. Ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. İşte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. Hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür.”
Sise benzemeyen tuhaf bir sisin içindeydi şehir. On dokuzuncu katın hizasında “ben gerçeğim” diyen bir güvercin kanat çırpıyordu. Binnaz Hanım’ın tombul elleri vardı. Ucu bucağı görünmeyen bir boşluğa düştü Ziya. Hışır hışır öten naylon şeritler. Te ilerde Suriye! Kaldır başını! Huoop! Yüzü çilli bir çocukluk. Efil efil tüten bir pişmanlık. Hiç işte, hiçbir şey olmadı. “Şikâyetçi misin?” “Değilim Komutanım.” Kolonya, limontuzu ve su. Bakma öyle karanlıkta Mensur. Aynalı kahve. Güzel Nefise. Kim o uzaktaki adam? Tufana emanet bir dünya. Her kötülük, bir iyiliğin içine akıyor işte... Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın romanı. Edebiyatın kirişlerini çatlatan büyük bir yazardan yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı. İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam.
Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...
Hasan Ali Toptaş, a truck driver’s son, was born in Baklan, southwest Anatolia, in 1958. After completing his military service, he survived by doing odd jobs until he found a position at the Office of Inland Revenue. He worked in various small towns as a bailiff and treasurer, and finally as a tax officer. Following the publication of a few short stories in journals and anthologies, he paid for the printing of his first volume of stories Bir Gülüşün Kimliği in 1987. He submitted his second novel Gölgesizler (1995) to the Yunus Nadi Prize jury, and won. This novel was later adapted into a feature film (2007). Toptaş has received many other awards, including the Cevdet Kudret Liteary Award for his novel Bin Hüzünlü Haz (1999) and the Orhan Kemal Award for Best Novel for Uykuların Doğusu (2005). Yalnızlıklar (1990), poetic texts he constructed as a series of encyclopedia entries, has been successfully adapted to the stage. Toptaş retired in 2005, and since then has dedicated himself fulltime to his writing. His most recent book, the novel Heba (2013), will be published in English by Bloomsbury in 2015, and is to be followed by the English translation of Gölgesizler. Toptaş’s work has been published in many languages, including Dutch, French, German and Korean.
Bu kitabı oylarken 5 yıldız yetmedi. İleri ittirip 6-7-8-9 ve 10. yıldızları da çıkarmak istedim. Toptaş'ın romanlarından 'Kuşlar Yasına Gider'i okudum ve 'budur!' demiştim. Sonrasında Gölgesizleri okuyup, 'Daha ne olsun ki' demiştim ama Heba, bahsi geçen iki romanın da çok ama çok yukarılarında bir yerlerde benim için.
Köyde dolaşırken, birden askerlik dönemine giriş yaptığı o bölümdeki muhteşemliği tekrar tekrar okudum. Sanırım bu kitabın kurgusuyla yarışabilecek çok az esere denk geldim. Artık anlatımının ve dilinin güzelliğini , benim çirkin ve çelimsiz cümlelerimle anlatmaya çalışıp Toptaş'ın yüceliğini zedelemeyeceğim. Tam anlamıyla çarpıcı bir baş yapıt. Keşke fuarda kendisiyle tanışmadan önce okumuş olsaydım Heba'yı, çünkü üzerine soracağım yığınla soru ve konuşmak istediğim tonlarca konu birikiverdi bir anda.
Kitap Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ilk kitabı. Genelde kitapları okumadan önce bu neymiş ne değilmiş iye bir bakarım ama bu defa aceleden mi yoğunluktan mı bilmiyorum hakkında hiç bir şey bilmeden başladım kitaba.
Kitabın ilk bölümlerindeki soyut anlatım beni biraz bunaltmadı desem yalan olur. Genel olarak toplumcu gerçekçi romanları tercih eden biri olduğumdan bu okuma hızımı da yavaşlattı tabi. Ancak ilerleyen bölümlerde yazarın anlatımını çeşitlendirdiğini gördüm ve bence bu konu ve kurgu dışında kitaba renk veren ayrı bir güzellik olmuş. Zaten özellikle 21. yy edebiyatında türlerin iç içe geçmesine çok sık rastlıyoruz artık o yüzden bu pek şaşırtıcı bir durum değil hatta yazarların kendileri dar kalıplara sokmaması bence okuyucular açısından da zihin açıcı olabiliyor.
Kitabın başında yer alan metaforların ilerleyen bölümlerde anlam kazanması okurun merakını taze tutuyor denebilir. Ben özellikle sınır bölümünden sonra kitaptan zevk almaya başladım. Anlatılanlar abartı gelmedi, yazarın bu bölümde kullandığı gerçekçi anlatım bence çok iyi bir seçim olmuş. Şahsen bu tarz temaları işleyen yazıların abartılı anlatımlarla süslenmesinin yalnızca metne zarar verdiğini düşünüyorum.
Ziya karakterinin kitabın başından sonuna kadar olan hikayesinde görülen bitmişlik ve tükenmişlik zaten çoğu okuyucunun da tespit ettiği gibi kaderine teslim olmasından geliyor bence de. Ama ben Ziya hakkında daha çok şey bilmek isterdim. Ziya'nın hayatındaki kırılma noktaları ve bunların ona kazandırdığı farklı bakış açılarını işlemiş kitap ama acaba bu kırılmalardan önce Ziya nasıl bir karakterdi diye düşünüyor insan. Tabi buna yer verilmesi kitabı gereksiz yere uzatabilir ya da kurguya zarar da verebilirdi. Belki de yazar Ziya karakterinin hayat kurgusunu okuyucuya bıraktı birazda, belki de karakterle empati kurulabilmesini kolaylaştırabilmek için.
Binnaz Hanım, Hulki Dede gibi karakterlerin ağzından duyulan aforizmaların ilerleyen süreçte kitaptaki olaylarla bağdaştırılacağını az çok tahmin ediyor okur zaten. Ama bunların her zaman net ve somut olaylar yerine soyut şekilde gerçekleşmesi de benim açımdan kitabı güzelleştiren bir unsur diyebilirim. Genelde rüya ile gerçeklik arasında geçen bir kitap yorumu yapılmış kitaba. Bunun da biraz bu tarz durumlardan kaynaklandığını düşünüyorum.
Bu tarz kitaplarda yazarın söylemeye çalıştığı şeyler hakkında yorum yapmaktan pek zevk almıyorum. Belirsiz bitişi olan hemen hemen her kitabın biraz okuyucunun kendini tartması için yazar tarafından verilmiş bir fırsat olduğunu düşünüyorum çünkü.
Kısacası severek okuduğum bir kitap oldu, böylece Hasan Ali Toptaş'ı fırsat buldukça diğer kitapları okunacak yazarlar listeme katmış oldum.
Bu sene okumadığım Türk yazarlara yönelmek istedim, Hasan Ali bu bağlamda okumak istediğim yazarlar arasındaydı, bu kitabıyla başlamak istememiştim ama bazen kütüphanede gezerken parmaklarının arasına gelen kitabı alıp okumaya başlıyorsun bile, bu kitap da benim için öyleydi, başladım okumaya, oldukça sürükleyici, her bir bölümü birbiriyle alakalı küçük ya da büyük. Kitapta Ziya ile Kenan'ın askerde tanışmasıyla dost oluşunu anlatıyor yazar, Ziya'nın seneler sonra arkadaşının yanına onun köyüne gitmesiyle olaylar başlıyor, her şey o zaman açığa çıkıyor, olaylar, kişiler birbiriyle o kadar bağlantılı ki kitabı okurken karmaşa hiç yaşamadım. "Sınır" bölümünde kitap okuru içine çekiyor, yanlış hatırlamıyorsam en uzun bölüm de bu kısımıydı zaten. Bir bölümde patlama anını anlatıyor yazar, Ziya'nın kaybedişini öyle bir üslupla anlatıyor ki, gündemimizde bu olaylara benzer şeyler yaşarken bu kitabı okumak insanı o olayların içine hapsediyor, ister istemez. Okunması gereken, okuyup üzerinden tartışılabilitesi olan güzel bir kitap... Kitaba ilk başladığım zaman, "kesinlikle okumalısın" dediğim insanlar oldu, kitap baştan güzel olduğunu hissettiriyor ve şu cümle ile sonlandırmak istiyorum... : "Bu fukaralar insanı yüce; hayvanı da aşağılık bir şey sanıyorlar."
Ben sizin ağzınıza... yediniz milletin başını aşk diye. Kadın istemiyor işte, nedir bu zorlama? Askerlik anıları aldı beni götürdü uzaklara. İnsanların en ilkel hali askerlik bence. Egolarını, normal yaşamda karşılarına çıksa çıt çıkaramayacakları insanların üzerinde yaşıyorlar. Ya sen ne istiyorsun çocuktan ya? Neden dövüyorsun öyle pata küte? İnanılmaz bir kurgu, kan, ter, gözyaşı, ihtiras, nankörlük, haysiyetsizlik, iftira.. Her şey var kitapta. Bir saniye bile düşmeyen tansiyon, okurken binbir türlü ihtimal getiriyor akla. Ay hele o şoklardan şoka sokan son ? Bayıldım ya, hakkı yenmiş yazar Hasan Ali Toptaş’ımız bu kitabına. Ah bir söyleşisini izledim. Diyor ki ; ‘ O kadar çok konuşmuşum ki, insan 7 kitap, 3 öykü kitabı yazdı diye bu kadar konuşmaz ki, kendimden utandım valla.’’ Boş konuşanlar susmaz, konuştukça ağzının içine girmek isteyeceğiniz entellektüel kesim susar.
Heba, Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ikinci kitabı oldu. Gölgesizlerdeki tarzın çok benzerini bu kitapta da görmek beni sevindirdi. Kitabı genel olarak beğendim ayrıca yazarın İngilizceye çevrilen ilk kitabı olması da sevindirici. Türk edebiyatının yaşayan en değerli yazarlarından birisi olduğunu düşünüyorum.
Gölgesizlerde olduğu gibi hayal ile gerçek arasında anlatılan, hangi olayların hayal hangilerinin gerçek olduğunun tam çizgilerinin çizilmediği, hatta ana karakterin bile bazı durumlarda şaşkınlığa düştüğü bir anlatımı var.
Konuyu çok kısa bir şekilde özetlemek gerekirse, şehir hayatından sıkılan bir adam köy yaşamına dönmek istemektedir. Köye döndüğünde asker arkadaşı ile konuşmaya başlar ve asker arkadaşının annesi ona oğluna askerde yaptığı iyilikten dolayı teşekkür eder ancak ana kahramanımız bu iyiliği hatırlamamaktadır. İşte tam bu noktada asıl hikâye başlar. Asıl hikâye ise bu iki arkadaşın askerde başlarına gelen olaylar ile ilgilidir. Askerliğini yapmış bir insan olarak askerde olan olayların her ne kadar karikatürize edilerek, uç noktaların anlatılmış olduğunu görmüş olsam da gerçeklikle ilgisinin çok fazla olduğunu söyleyebilirim.
Hasan Ali Toptaş’ı daha önceden hiç okumamış olanlar varsa başlangıç kitabı olarak tavsiye edebileceğim, eğlenceli ve kolay okunabilen bir roman olduğunu söyleyebilirim.
Reviewed on October 10, 2014 Updated on October 14, 2014 Plot 8/10 Characterization 8/10 Style 8/10 Setting 7/10 Entertainment 9/10 Overall: 4.0/5.0
"Kırk iki yıl sonra yargılamıyorum o çocuğu, kırk iki yıldır yargılıyorum." Ziya
"Belki de gerçek rüya burada oluşumdur." Ziya
Bocalayan bir ruhun ikilemini hiç hissettirmeden dile getiren yazar, ucu bucağı görünmeyen kör kuyulardan sesleniyor sanki ve masal masal içindeymişçesine dünyaları birbirinin içinden geçiriyor. Heba, heba olan hayatları anlatıyor. Şeffaf geçişler baş döndürüp, hayatın sertlikleri çok can yaktığından akıl baştan gidiyor ve mantık aksiyona yeniliyor. Kurgusunun harikalığıysa kitabın son bölümünde yerine oturan taşlardan ve bir kez daha başa dönüp okuma isteği uyandırmasıyla ortaya çıkıyor. Ziya'nın talihsizliklerini heba olan bir hayatın ipuçları olduğunu açık etmeden anlatınca da, "Dünya birkaç evlek bir yer" diyen Hulki Dede'ye hak vermemenin elde olmadığını anlıyoruz yazık ki. Bu dünya ve öteki dünya ama nihayetinde hepsi daha büyük koca bir dünya işte. Heba ise hiç ölmeyen, hiç geçmeyen bir tarafımızdan bahsediyor durmak bilmeden. Düğüm ilk bölümde çözülüyor tıpkı hiç anlayamadığımız ve hep beklentiler içinde harcadığımız hayatlarımız, kovaladığımız umutlarımız gibi.
Yazarın okuduğum ikinci kitabı ama belli ki benim tüm kitaplarını okumam gerekecek :)
Yazarın tarzı çok farklı, gerçek üstü bir yoğunluğu var kitaplarının. Hikaye seçimi, karakterleri, hikayelerin derinliği inanılmaz. Anlatımı şiirsel ve oldukça yoğun. Varoluşçuluk ve halk edebiyatını beklenmedik şekilde bir araya getiriyor.
Okuduğum ilk kitabı Gölgesizler'e de hayran kalmıştım. Bu kitabı ona göre daha somut diyebilirim. Daha olay bazlı bir kitap Gölgesizler'e göre. Anlattıkları abartıdan uzak. Askerlikle ilgili uzunca bir bölümü var ve anlatılanlar, karakterler çok gerçekçi.
Grup okumaları kapsaminda gec de olsa okumus olmaktan mutluyum.
Okudugum ilk Hasan Ali Toptas kitabi degildi. Bu baglamda yazarın o kendine has uslubunu ozlemisim... Dil yalinligi ve oykunun farklı kurgulanma sekli, sasirtan finali ile yazarin cok begendigim eserlerinden biri oldu.
Bana Hasan Ali Toptaş'ı neden sevdiğimi hatıralatan bir kitap daha. Olayların yer yer yavaşladığı bölümlerde üslubun lezzeti daha ön plana çıkıyor. Öyle ki bazı cümleleri dönüp dönüp tekrar okumak istiyor insan. Gerçek ile rüya karışımı, bilinçaltı ile bilinçdışının karışması ve bunların arasında işlenen güzel bir roman.
--kitabı tanıtıcı bilgi içerebilir-- Tabii ki romanın ana karakteri Ziya'nın kişiliği birçok soruyu kendimize sordurtuyor. Çocukluğunda öldürdüğü bir kuşun vicdanında açtığı yara nedeniyle sürekli Ziya'nın karşısına çıkması yer yer olay akışlarına gerilim katmış. Bunun yanı sıra Ziya, hayatı boyunca iyi mi yoksa doğru mu olmak gerekli sorusunu sürekli kendisine sorarken bizim de kendimiz adına muhasebe yapma şansımız oluyor. Ziya genellikle iyi olanı değil de kendince doğru olanı yapmaya çalışırken elbette zarar gördüğü veya çevresindekilere zarar verdiği zamanlar oluyor.
Benim en çok hoşuma giden kısım elbette romanın ana bölümü olan askerlik dönemini anlatan "Sınır" bölümüydü. En çok da adı hoşuma gitti zira yazar bu bölümü anlatacak başlık olarak askerlik ile ilgili birçok tabir kullanabilecekken "Sınır" sözcüğünü boşuna seçmemiş bence. Orası sadece ülkenin değil belki de askerlerin sabrının sınırı belki insanlığın belki de insan bedeninin katlanabileceği sınırdır.
Ayrıca kitabın sonunda kulübeye girdiği yerde yazar "kapıyı açtım" dediğinde ürpermiştim. Sanırım orada (nasıl tabir edeceğim bilmiyorum ama) Allah Ziya'yı yanına almış diye hissettim. Daha sonra "mezarlığın bağ evine bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum" dediği bölümü hatırladım. Bu tür detaylar ile çok daha güzel olmuş roman. --kitabı tanıtıcı bilgi içerebilir--
Ziya ve arkadaşı Kenan. Ziya İstanbul’da yaşamaktadır. Binnaz isimli bir kadıncağızın kiracısıdır. Ve şehrin hayhuyundan bıkmıştır. 50’li yaşlarını süren Ziya şehri terkedip asker arkadaşı Kenan’ın yanına, köye gitmeye karar verir. Kenan, Ziya’nın can dostudur. Kenan’ın söylediğine göre Ziya ona askerde çok büyük bir iyilik yapmıştır. Ancak Ziya bu konuyla ilgili hiç bir şey hatırlamamaktadır. Ama Kenan kendisine yapılan bu iyiliği hiç unutmamış ve karşılığında Ziya’yı köyüne buyur etmiş, ona evini barkını açmış, hatta köyde yaşaması için ona küçük bir köy evi bile yapmıştır o gelmeden. Ancak köyde işler çok ters gider. Köy halkı cahildir ve son derece ilkeldir. Ve sonunda Kenan doğup büyüdüğü köyde haince öldürülür. Cinayet cümle alemin gözünün önünde cereyan etmişte olsa, Kenan’ın ölümünden Ziya sorumlu tutulur ve en sonunda köy halkı Ziya’nın cezasınıda kendi elleriyle verir. Taşlar ve sopalarla adamın kafasına vura vura ormanlık alanda katlederler zavallı Ziya’yı. Ziya’nın askerde Kenan’a yaptığı iyilik: Kenan bir gece çok hastadır. Ayakta durmayaya mecali yoktur. Bunu gören Ziya, Kenan’ın yerine nöbete geçer o gece. Kader bu ya o gece nöbet kulübesine Suriye sınırından ateş açılır ve çatışma çıkar. Ziya sağ salim kurtulur. Kenan ise o gece o hasta haliyle orada olsaydı ve o çatışmaya Ziya değil de kendi girseydi asla sağ kurtulamayacağına, dolayısıyla canını Ziya’ya borçlu olduğuna inanmaktadır. Ve kısacık ömrü boyunca hep minnettar kalmıştır Ziya’ya.
This entire review has been hidden because of spoilers.
Boşuna ses - söz mühendisi dememişler ona; kurduğu cümlelerde kaç tane sert sessiz olduğunu sayan, bazen bir cümle üzerinde günlerce çalışan, "iki kelime arasındaki boşluk bile dile dahildir; çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye düşünen, cümle yapmayı beste yapmak gibi gören bir bestekar o. Bu sefer fena yakaladı beni melodisi, türkçenin lezzetini sonuna kadar aldım. Kitaptan gözümü ayırmak , cümlelerin arasına bir sey koymak istemedim.Bunu yapmak müziği en güzel notasında kapatmak gibi olacaktı. Yerel deyişleri kullanması sesli gülmeme neden oldu.İşte bu sanat, romanı 6 boyutlu yaptı benim için. Konu ise vurucuydu. Bu arada diğer eserlerinden önce , röportajlarından oluşan Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız isimli kitabını okumanızı öneririm. Heba olan nedir diye sormuşlar bir röportajında, şöyle yanıtlamış: "Heba olan orada bir ömür, Ziya'nın, Kenan 'ın ve daha başkalarının ömrü... Heba olan orada insanlar...Heba adını koymamın başka bir nedeni de tasavvuftaki anlamı. Biliyorsunuz alemdeki bütün suretlerin açıldığı, şekillerinin oluştuğu madde anlamına geliyor tasavvufta heba.Sadece içinde bulundurduğu suretler bakımından vardır ve bu yönüyle adı olan âmâya vecismi bulunmayan Anka'ya benzetilir."
Ne zaman bir Hasan Ali Toptaş kitabını bitirip başımı yastığa koysam, o gece ya ağaçların bol olduğu bir yerde ya da manzarası insanın içine akan bir yerde görüyorum kendimi. Hasan Ali Toptaş resmen gönlümü genişletiyor. Son sahnede camdan kendisine baktığı haliyle bende içime baktım baktım durdum, bu durum da hayal miydi gerçek mi emin değilim, hangi karakterdim Ziya mı? Kenan mı? Besim mi? Binnaz mı? ondan da hala emin değilim. Çocukluktan gençliğe, ordan da hayatın son anına kadar kendimize yüklediğimiz her şeyin ne kadar mühim ve güç olduğunun, minnet duygusunun, iyilik etmenin, vefanın, dostluğun ve diğer yandan hayat kuramamanın, savrulmanın, yani bir tutunamayanın hikayesiydi bana göre. Yazarın üç dört kelimelik bir cümlede çok duygu barındırabilmesine de hayran oluyorum. Çok etkilendim ve çok beğendim, ara verdiğim Hasan Ali Toptaş okumalarıma geri dönüyorum.
This entire review has been hidden because of spoilers.
"Ölülerin arkasından konuşulmaz biliyorsun, çünkü bir ölünün sessizliği, yeryüzünde yapılan konuşmaların topundan daha fazla ve daha derin bir şeydir."
Keşke bu kitaba verebileceğim daha fazla yıldız olsa.
Hasan Ali Toptaş benim için çok değerli ve önemli yazarlardandır. O kadar çok severim ki okumadığım tek kitabı, Heba'yı okumak için sakladım! İstifledim kendimce! Bugün zulamdan çıkardım, şevkle tam Bi günde okudum bitti. O kadar güzel ki, herkes okusun. Bir ülkede herşey hem nasıl değişir hem nasıl değişmez, tüm bir ülke insanı özünde nasıl hep bir heba olmuştur ve olmaktadır ancak bu kadar güzel anlatılırdı. Kadınların doğum erkeklerin askerlik hikayesi bitmez derler, bunun en acı ve tokat etkili yansımasını okuyoruz. Çarpıcı bir başlangıç yapan kitabımızda, baş karakterimiz Ziya ile kah askere gidiyor komuta zincirinin en zor halini görüyoruz kah mayın tarlalarını adımlıyoruz, kah bir köy kahvesinde çaresiz kalıyor kah doğmamış evladın matemini tutuyoruz. O kadar vurucu ki her bir satır adeta film gibi gözümüzün önünde! Tek temennim yazarın yazmayı hiç ama hiç bırakmaması! Kalemine sağlık! Okuyunuz efenim okutunuz! Toptaş ile tanışmak için geç kalmayın!
Yazarin okudugum , hatta dinledigim diyelim (kendi sesiyle) ilk eseri ve cok begendim kurgu muthis, diger Turkiyeli yazarlardan cok daha degisik bir anlatim tarzi var. Askerlikle ilgili sinirdaki mucadele olsun ilk baslangicdaki anahtar hikayesinde ev sahibi ile sohbet deki gibi ; olsun surukleyici ve akil almaz bir sekilde insani kendine baglayan bir tarz. Biraz fazla drama gibi gelsede ilk defa bu kadar drami sevebildim cunku icindeki her bölum bir efsane ve cok etkileyici.kesinlikle tavsiye ederim.
Gölgesizler ve Bin Hüzünlü Haz sonrası okuduğum üçüncü Hasan Ali Toptaş romanı. İnanılmaz! Çok ama çok beğendim, romanın esrarengiz yapısı, rüyalarla olan ilişkisi, diyalogların fluluğu... Zihni fazlasıyla meşgul ediyor ve bitirdiğinizde yorgun ama tatmin olmuş bir hale getirmiş oluyor. Özellikle "Sınır" bölümü ve sonrası.
Kuşlar Yasına Gider beni en çok etkileyen Hasan Ali Toptaş kitabıdır. O yüzden Heba’ya 4 yıldız verdim ama onu okumamış olsam 5 yıldızı basardım. O nasıl bir sondur arkadaş! Kitap, ilk yarısında biraz elimde süründü ama kalanını bir oturuşta okudum. Tavsiye, tavsiye, tavsiye edilir. 👍🏼
Rüyasal bir sisin içinde başlayan romanda, hayatın kendisine bir türlü iç denge ve huzuru getiremediği Ziya, "bir artı bir eşittir iki sadeliğine" erişmek için asker arkadaşı Kenan'ın doğayla iç içe köyüne yerleşmeye karar verir. Fakat burada da denge ve huzura kavuşamayan Ziya'nın içsel yolculuğu dışsal gözlemler(toplumsal kalıplar) ile analiz edilmeye çalışılmış ve "heba edilen/edildiği düşünülen hayatın sorumlusu kim?" sorusuna odaklanılmış. Bu kitabı okurken, anlatımın büyüsü içinde doğup büyüdüğüm yerlerde dolaşmak ve Ziya'yı buralardan, çok daha öncelerden biliyorken yeniden onunla karşılaşmak muazzam bir zamansal dönüş hissi!!! . . "Çünkü insan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür." "Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir." "Kuralsızlığı örtmek için kurallardan daha kalın bir örtü bulamazsın.." "Bir elektrik akımı gibi herşeye yeten bir kudret o sorada çeşitli görüntülerin içinden geçiyordu da, ben tutup kuş diye onu öldürdüm belki.." "Bazen için kopar dışın bağlı kalır; bazen de için bağlı kalır dışın kopar." "Zaten hayat çoğu zaman akıl gözenekleri geniş ve gevşek olanların ağzından konuşur."
I started to look at reviews of this book because I genuinely didn’t know what I thought about it. Was my problem that I didn’t understand the traditions of Turkish literature, that I was reading it with the wrong expectations? Was it, I wondered, the fact that it was in translation that the style sometimes did seem so bad? Red smoke rose in veins from shadows clouded by the soiled music of despair (3) Their clapped-out combat boots left little clouds of dust like baby’s breath in their wake (44)
What was I to make of a young village boy speaking like this? “When a heart gets burned or broken, it’s outside the body, that’s what,” said the older boy. “Maybe it’s the body that’s outside the heart when that happens? But how should I know? As if I could know that kind of thing.” (50)
Are we supposed to accept that real boys might speak like this, or to accept that the boy is simply the vehicle for an idea? I think it’s the second of these two, but I can’t be sure. And if it is, what’s the idea?
The main character, Ziya, is a fifty-year old man who decides to leave Istanbul to live in the peaceful village of his old army friend Kenan. Thirty years ago they endured two brutal years of national service together out on the god-forsaken border between Turkey and Syria. In the intervening years Ziya has lost his wife and his unborn child to a terrorist bombing in Istanbul. Now all he wants is peace and forgetfulness. The book starts with a surreal dream sequence in which Ziya attempts to give back his apartment key to his landlady, only to be trapped in an apparently endless monologue about her youth. The apartment fills with mist and smoke. There is an odd little maid doing mysterious paperwork. A pigeon rams the window of the apartment, terrorises the occupants and then disappears as if by magic. Ziya finally gets out only to tumble down the liftshaft into another dream about his own youth.
Dream flows into dream containing another dream and quite often I had to stop and turn back to see whether I was in Ziya’s dream or in his present reality. It can be really enjoyable to surrender yourself to this kind of narrative, like sitting back in the passenger seat of a speeding car when you trust the driver. I just didn’t know whether I could trust the driver, or how sound the car was.
I was still wondering what was the point of that very long landlady sequence, apart from the fact that the bird symbolism was clearly going to be important. The landlady may have said some wise words, but there were so many words. More birds in the second dream, this time a lovely little bird that the boy Ziya, to his own horror, kills with his slingshot. But why is so much of this dream taken up with the midwife Ebecik telling a long and lurid story about a whirlwind that happened in her childhood, followed by advice on cooking stewed haricot beans?
I think it comes down to this: this voluminous, coiling style of narration full of stories-within-stories was clashing with my Anglo mentality of wanting to have some sense of where I was being taken and why, and I wasn’t enjoying the writing or the stories themselves so much that I didn’t care. The dust started to clear when Ziya actually got to Kenan’s village. Yes, there’s another dream, this time about their military service, but from here on the book is a fairly conventional tale, powerfully told, of the brutality of military life and the obscure purposes of war, and of village life with its human warmth, human spite and the power we have to do each other harm even when we have good intentions. Ziya wanders through his life in a haze of incomprehension and wilfully-suppressed feeling. There are a lot more birds and mists.
Toptaş has been called “the Turkish Kafka”, but there’s none of the relentless chill of Kafka’s logic. It’s a florid, extravagant piece of work that has “alternately frustrated and enchanted reviewers by its labyrinthine maze”. http://www.deccanherald.com/content/5...
I’m a big Pamuk fan and was hoping to enjoy this one as much. I have to say I was more frustrated than enchanted.
Araya tasinma girdi ve epey uzadı kitap. Normalde bu kadar ara vererek okuduğumda kitaptan uzaklaşır ve hikayesini unuturum. Heba, ben onu okumasam da pesimi hic birakmadi, sanki anlatıcı bana yarenlik etti onca işim sırasında, ara ara gozlerim daldı Ziya gibi dağdaki esrarengiz karaltiya baktim, cok uzakta da olsa o Anadolu köyündeydim bazen hic farketmeden, Kenan benim de arkadasim oldu bu süreçte. Ve tum bunlari okumadigim zamanlarda da hissettirdi bana kitap. Ve bitirdigimde kalbimin atisindaki telaşı anlamakta güçlük cektim. Beni icine hapsetti kitap ve ayni zamanda benim icimde gercekten var oldu, benle yaşadı, nefes aldi, çalıştı, yedi-icti, sarhoş oldu, benle ete kemiğe büründü. Icerigine dair hiçbir sey söyleyemem dogrusu. Sadece okumaktan cok mutlu olduğum ama bitirmiş olmaktan bir o kadar hüzün duydugum, usta isi bir bas yapit gecti omrumden. Kizima bu kitaptan bahsedeceğim ve okumasi icin teşvik edeceğim gunu iple çekeceğim...
Hasan Ali Toptaş okumaya Heba ile başladım ve görünüşe göre hepsini okuyacağım. Yazarın anlatım şekli okuduğum diğer yazarlardan farklı ve insanı içine çekiyor.Hayal ve gerçek arasında gidip gelen ve Ziya gibi insanların toplum tarafından heba edilen hayatlarını konu alan bir roman.Hasan Ali Toptaş kişilerle toplumun kırsal ve şehir yaşantılarını içine alan toplumsal bir eleştiri ortaya koymuştur.Cümlelerin uzunlukları gözden kaçmıyor ve betimlemelerin harikalığından bahsetmeye gerek yok gibi.Ve son bölümde 3.kişi tarafından anlatılan olayların gözlemcinin metne dahil olması hiç görmediğim ve romanın en etkileyici kısmı olmuş.Hasan Ali Toptaş'la tanışmak çok güzel oldu.😊
Bu kitap bana Kış Uykusu ya da Uzak filmlerini anımsattı. Anadolu'da geçen ve içsel bölümler, bu fimlerde gördüğüm sahneleri çekip çıkardı zihnimden. Aslında en gerçekçi olan askerlik bölümünü çıkarırsak kalanının bir Nuri Bilge Ceylan filmine dönüştürülebileceğini düşünüyorum. Tabii burada bir köy yaşamı var ama köylüler pek köylü gibi konuşmuyor. Zihniyetlerini ancak sonunda anlayabiliyoruz ve biraz da belki taşra insanına haksızlık yapılıyor.
Askerlikle ilgili kısımlar ile ilgili olarak şunu söylemek isterim: Eğer sınırdaki bölgelerde askerlik yapmak, zaten zor oluşu yanında bir de böyle antipatik komutanlarla da süsleniyorsa gerçekten çok berbat ve nedense anlatılanların gerçeklik payı epey yüksek gibi geldi bana.
"Yön sayısı dört değildir, diye devam etti öteki; tamı tamına altıdır azizim, beşinci ayaklarımızın altıdır, altıncısı da başımızın üstüdür. Dört yön vardır lafı gafillerin dilinde dolaşan küflü bir ezberdir sadece."
Üzüyor.. Kalbe bir taş, boğaza bir yumru gibi oturuyor bu roman. Yaşayan yazarlar içinde kanımca Türkçe'nin imkânlarını en etkili biçimde kullanan isim olan Toptaş öyle bir vuruyor ki Heba ile şahsen etkisinden uzun bir süre çıkabileceğimi sanmıyorum. Sadece "Sınır" bölümü ve tabii ki sonrası bile tek başına kitaptan bağımsız bir öykü gibi.
Gerilim, merak, nefret, öfke, çaresizlik gibi duygular tarafından çevrilmiş bir hâlde Ziya'nın öyküsünün ortasında buluyor okur kendini. Hayal ve gerçek sarmalında acımasızca ziyan olan hayatlar üzerinden toplum düzleminde devlet ve ananeler tarafından dayatılan "linç kültürünün", her daim hoşgörü olgusunun beşiği olarak yutturulan Anadolu ile taşra insanının adıyla müsemma hüzünlü bir eleştirisi olmuş Heba.
Hasan Ali Toptaş'ı kendi dilinden okumak gerçekten büyük bir şans ve keyif.
Yazarın karakterlerine uzak durduğu romanların içine giremiyorum ben.Üstelik betimlemeler oldukça özenli olmasına rağmen hayal gücümü çok tetiklemedi.Gerçekçi bir anlatımı tercih eden yazar-Suriye sınırındaki askerlerin yaşadıklarını anlatışı gerçekten çok etkileyici- karakterlerinin iç dünyalarını ve yaşantılarını aktarmakta aynı başarıyı yakalayamamış.Neden hepsi aynı tarzda konuşuyorlar mesela , anlayamadım.Çok sevenler olmuş kitabı ama kendi adıma biraz hayal kırıklığı yaşadım.