II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin toplumsal ve kültürel dönüşümlerini konak, yalı ve köşklerin içinden yansıtan Üç İstanbul romanı, geniş kişi repertuvarıyla 20. yüzyıl klasiklerimiz arasında benzersiz bir yere sahiptir. Mithat Cemal Kuntay, imparatorluk dağılırken değişen hayatların yeni yapılar karşısındaki direnç ve zaaflarını en üst düzey bürokratlardan başlayarak toplumun her kesiminden örneklerle kuşatıcı bir şekilde, büyük bir ustalıkla anlatır. Şehrin üç farklı dönemini ise İstanbul’u odağa alarak aktarır. İstanbul sadece yaşanılan bir yer değil, dönüşen bütün değerlerin simgesidir Üç İstanbul’da. Mithat Cemal Kuntay’ın tek romanı Üç İstanbul, her okumada yepyeni keşifler vaat eden; edebiyat tarihlerindeki yerini, her seferinde daha da perçinleyen eserlerden.
Mithat Cemal Kuntay (1885, İstanbul - 30 Mart 1956, İstanbul), Türk yazar, şair ve hukukçu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemini konu edinen, Üç İstanbul (1938) adlı ilk ve tek romanı ile ünlendi. Biyografi yazarlığı yönüyle de tanındı.
Mithat Cemal’in yayımlanan ilk şiiri, Çırçır Suyu’nda başlığını taşır. 1901 yılında Malumat Dergisi’nde çıkmıştır. Sırat-ı_Müstakim Dergisi ve Tercüman-ı Hakikat gazetesi’nde yayımlanan şiirleri ile adını duyurdu. Tek şiir kitabı Türkün Sehnamesi'nde 82 şiiri yer aldı. Şiirlerinde aruzu ustaca kullandı. Ağır bir dille sahip olan şair, dilini zamanla sadeleştirmiştir. Vatan ve millet sevgisi temalı epik ve lirik şiirleri yazdı. Hiciv türünde de şiirler yazdı, aşk temasını hemen hemen hiç işlemedi. Hiçbir edebi topluluğa katılmadı. Çınaraltı dergisinde 1943-1944'te yayınlanan son dönem şiirlerinde Yahya Kemal Beyatlı'dan da etkilendiği görüldü.
Oyunlarında yalın bir dil kullandı, yurt sevgisi konusunu işledi.
Yazdığı tek roman olan Üç İstanbul, onun en önemli eseridir. Eser, II.Abdülhamit II. Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının İstanbul'unu anlatır. Eserin, yazarın hayatını yansıttığı söylenir. Roman, 1983 yılında TRT tarafından televizyon dizisi olarak çekilmiştir.
Monografileri, titizlikle düzenlenmiş birer belgeler kitabı gibidir.
Kuntay, ayrıca edebiyat araştırmaları yapmış, Fransız yazarlardan tercüme eserler vermiş bir sanatçıdır.
Türk romanında "underrated" teriminin karşılığı olabilecek bir kitap. Tek kelimeyle bir şaheser. Osmanlı’nın son dönemleri -İstibdat ve Meşrutiyet- ile milli mücadele dönemi olmak üzere üç ayrı İstanbul’u anlatıyor yazar. Temelde kişiler değişse de devran hep aynı yönde dönüyor. Kitap boyunca tarihin tekerrürden ibaret olma halinin, bizim topraklardaki sıklığına hayret ediyor insan. Sarıklı hocalıktan kardinalliğe evrilenlere, pezevenklikten -ki Sayın Kuntay kibarlık edip bu kelimeye sansür uygulamış ya neyse- hafızlığa dönenlere ya da tek adamlığa kadar.
Özetle bu ülkenin dertlerinin yalnızca rejim ya da yönetim değişimiyle çözülemeyeceğini, özünde halkın genel yapısının değişmesine dair gerekliliği çok güzel ortaya koyuyor. Kitabın anlattıklarını bir kenara bırakıp, nasıl anlattığına gelirsek; öyle bir gözlem ve aktarım var ki kişileri, mekanları en ince ayrıntılarına kadar gözleriniz önünde canlandırarak takip ediyorsunuz olayları. Bir yönden kitapta Süheyla dışında-ki kendisi de gereğinden fazla iyi/saf- sevilecek karakter bulunmamasına karşın hiçbirini tamamen kötü ilan edemiyorsunuz. Çünkü her karakterin gerçekte olduğu gibi kötülüğü kadar iyiliği de var. En basitinden üç dönemde toyluk, zenginlik ve düşmüşlük halinde gördüğümüz Adnan, edebiyatta karşılaşabileceğiniz en karaktersiz en egoist karakterlerden biri olmasına karşın ona dahi anlayış gösterebiliyor, hatta üzülüyorsunuz. Benim, Türk edebiyatından bu kadar severek okuduğum ve düşünceleriyle, tespitleriyle bu kadar beynime kazınan çok az kitap oldu. Eğer dönem romanı okumak ve masal gibi öğrendiğimiz tarihe gerçekçi bir bakış atmak isterseniz aklınızda olsun mutlaka.
türk edebiyatının en underrated kitabıyla tanıştım.
bu kadar az bilinmesi, bu kadar az övülmesi kitabı elimde süründürdüğüm yaklaşık bir ay boyunca beni müthiş rahatsız etti. her şeyiyle kusursuz, dört başı mamur diyebileceğimiz bir roman. ben zaten uzun bir dönemi birkaç karakterle paralel götüren romanlara genel olarak bayılıyorum. bu da bu tür romanlar içinde en beğendiklerimden biri olarak kalbimde yerini aldı.
romanın en beğendiğim tarafı, karakter inşası konusundaki müthiş başarısı oldu. underrated olmasına şaşırmamın en büyük sebebi de bu aslında. ana karakterimiz adnan'ı çoğu romanda olmayan bir detayla tanıyoruz; ne yer ne içer, neye nasıl tepki verir, kusurlu tarafları, iyi tarafları... her şeyiyle. adnan'ın yanı sıra önemli yan karakterlerde de, ara ara beliren ve önemli rolü olan veya olmayan yan karakterlerde de bu karakter inşası kusursuzluğuyla devam etmiş. hem bütün bu karakterlerin birbirleriyle akrabalık/tanışıklık seviyeleri çok inandırıcı, adeta organik kurulmuş; hem de her birinin hikaye içindeki rolleri, davranışları çok doğal. kitap zaten gerçek hayattan hem genel siyasi çerçevesiyle hem de özel olarak belli tanıdık tarihi figürlerle besleniyor ama bu kurgusal karakterler de bir o kadar gerçekçiydi, hakikaten takdire şayan.
onun dışında her üç dönemin tasviri, ilgili dönemin tek tük dürüst makam sahiplerinin, dürüst olmayan zenginlerinin, fukaranın, aydınlarının, mağdurlarının; kadınlarının, erkeklerinin; zenginliğinin, eğlencesinin; farklılıklarının, benzerliklerinin tasvirleri çok ince işlenmiş, çok güzeldi.
velhasıl üç istanbul kusursuz bir roman. hakkının bu kadar verilmemiş olması da gerçekten çok üzücü. goodreads sayesinde ben çok geç kalmadan okuma şansına eriştim, umarım tüm okurlara bir şekilde ulaşır ve layık olduğu ilgiyle buluşur.
tekrar okudum. müthiş bir gözlem, müthiş bir roman. istanbul’un abdülhamit devri, itc devri ve mütareke olmak üzere üç dönemini hemen hemen aynı aktörlerle anlatmayı öyle bir başarıyor ki mithat cemal kuntay. 1923 sonrası tc’mizin de böyle dönem dönem anlatılmaya o kadar ihtiyacı var ki. hele 90’lar 2000’ler ve 2010’lar desek mesela. aynı bu romandaki gibi bukalemun misali değişip değişip duran karakterleri anlatsa bir yazar. tarihi, tarihin nasıl tekerrürden ibaret olduğunu, yalanları, dönen parayı bilmeye öyle ihtiyacımız var ki. ama ben şu an bir mithat cemal kuntay’ımız olduğunu düşünmüyorum. umarım yanılıyorumdur. ve tabii adnan’a, önüne gelen her kadınla yatmasına, yara izi fetişine gelirsek olay müge anlı’ya bağlanıyor. ama şeriatla yönetilen osmanlı’da dön baba dönelim aynı kadınlarla yatıp kalkan, metres tutan, evlenip duran erkekleri okumak müthiş bir zevk. mithat cemal kuntay bir tek süheylâ’yı seviyor sanki romanda. bir de tabii mehmet akif temsili şair raif’i… onun dışında ben bu kadar dalga geçilen bir ana karakter görmedim. adnan’ın düşünceleri, duyguları, dengesizliği… her şeyiyle dalga geçiyor. ve cezasını da veriyor. ama buna rağmen adnan o kadar gerçek bir karakter ki. elbet o dönem yazılan tüm romanlardaki aksaklık var, her şeyi anlatmak istiyor kuntay, her bildiğini romana sokmak… ama bunlara rağmen müthiş kurulmuş, hikayelerle dolu ve çatısından aslında sapmayan bir büyük roman “üç istanbul”. on senede bir tekrar okumalı.
Öncelikle bu kadar uzun bir romanın bittiğine üzüleceğim hiç aklıma gelmezdi. İyi başladı fena da devam etmiyor ama eninde sonunda sıkacak çünkü çok uzun, derken bitiverdi. Hiç mi sıkılmaz insan? Sıkılmadım. Romanla ilgili o kadar çok şey var ki söylemek istediğim. Yazmaya üşeniyorum. Ama şunu söyleyeyim; Üç İstanbul 'da o nadir 3 - 5 romandan biri. Hani dünya üzerinde yazılmış o anlam verilemeyecek kadar büyük sanat eseri romanlardan. Yani güzel, en güzeli deyip geçmek istemiyorum. Çünkü böyle dediğim bir sürü kitap oldu. Ama bu onlardan değil. Açıkçası bu kadar çok kitap okuyunca artık kitapları okurken yazarın kitabı yazarkenki halet-i ruhuyesini tahmin etmeye başlıyor insan. (Sadece tahmin ediyorum, biliyorum demiyorum. Kendimi onun yerine koyabiliyorum diyelim.) Ama bu kitaba anlam veremedim. Hayal edemeyeceğim bir zeka ve hatta ötesi; deha. Olaylar birbirine çok çok iyi bağlanmış Olay örgüsü muhteşem. Hiç bir olay boş yere yaşanmıyor. Yazar kitaptaki tek kelimeyi bile size boş yere okutmuyor. Hepsi tek tek karşınıza çıkıyor. Kişiler çok çok iyi anlatılmış ve birbirlerine bağlanmış. Tek bir kişi bile boş yere karşınıza çıkmıyor. Hepsinin romanda bir rolü var. Er ya da geç karşınıza çıkıyor ve görevini yapıyorlar. Kitabın başlığı ise şuradan geliyor; Kitap boyunca 3 farklı İstanbul'la karşılaşıyoruz. Birincisi Abdulhamit dönemi İstanbul'u. Ve tabiki bu dönem içerisinde ki Meşrutiyet dönemi. İkincisi İttihat ve Terakki dönemi. Üçüncüsü ise milli mücadele, kurtuluş savaşı ve Atatürk dönemi. Kitap bu yönüyle zaten müthiş bir tarihi roman statüsüne kavuşuyor. Hatta roman olmanın da ötesine geçip bir orta - yakın tarih ders kitabına dönüşüyor. Gerçekten bu sayede Abdulhamit'in bu gün neden en çok adı anılan padişahlardan biri olduğunu anlıyorsunuz. Bir de kitapta ki karakterlerin neredeyse yarısını verem-intihar-cinayet-idam gibi nedenlerle öldürüyor yazar. (Nedense terkettiği yerde kalan herkesin şu ve ya bu şekilde öldüğü Gronoille ve dolayısıyla Patrick Süskind'in romanı "Koku" geldi aklıma) Özetleyeyim (nasıl olacaksa artık. Detaylar o kadar önemli ki özet ya saçma sapan olacak ya da üşenmeyip bütün romanı yazacağım buraya)
Özette adını anamadığım belki 50 karakter daha var romanda ve hepsininde apayrı bir hikayesi var ki teker teker kitap olur, roman olur. Üç İstanbul çok bilinmedik bir roman. Mithat Cemal Kuntay çok tanınmadık bir yazar. Ve gerçekten çok çok daha fazla değer görmeyi hakediyor. Tabiki ağır bir kitap bu. Lise çağında okunması doğru olmaz. Hatta üniversite bile çok erken. Öncesinde çokça kitap okunmadan da okunması doğru değil. Okuru olmak için bile bir altyapı ve olgunluk ister. Tabi bunlar benim subjektif yorumlarım. Siz bana bakmayın. Hemencik okumaya bakın. Okumadan ölmemek lazım.
Baştan söylemem lazım yazı biraz spoiler içerecek. Kitabın konusundan bahsedeceğim biraz.
Hikaye 2. Abdülhamit döneminde başlıyor. 93 harbi kaybedilmiş, ülkenin durumu kötü, siyasi belirsizlik had safhada. Baş karakterimiz Adnan hukuktan yeni mezun ve Abdülhamid karşıtı biri. Ülkenin çoğu gibi yoksulluk içinde yaşıyor. İlkeli biri olduğunu düşünüyor ancak arkadaşı Hidayet Abdülhamit'in adamı ve kendisine sürekli jurnal verip insanları ispiyonluyor. Bunun karşılığı olarak refah içinde saygın bir yaşam sürüyor. Adnan parasız kalmamak için Hidayet'ten gelen yardım teklifini geri çevirmeyip dönemin burjuvası olan ve iktidarı elinde tutan ailelerin kızlarına özel tarih ve edebiyat dersi veriyor. Bu da onu derinden etkiliyor ve o hayata öykünüyor Adnan. Oldukça da çapkın birisi olduğundan bu ailelerden birinin kızı olan evli Belkıs'a aşık oluyor. Belkıs da asaletten başka bir şey düşünmeyen içi boş bir karakter ancak Adnan'ın gözleri kör.
Zamanla Adnan İttihat ve Terakki cemiyetine katılınca hayatı değişiyor. İktidarı ele geçirince inanılmaz bir yükseliş başlıyor kendisi için. Herkes önünde eğiliyor, selam vermekten sokakta yürümekte zorlanıyor ancak bu yükseliş çok uzun sürmüyor çünkü cemiyet de ülkeye çare olmuyor ve yönetimi kaybediyor. Bundan sonrası Adnan için kabus. iktidarı kaybedince eski ezik günlerine geri dönüyor. Allah kimseyi düşürmesin tabii, elinde gururundan başka pek bir şeyi kalmıyor.
Kitapta her kesimden karakterler var. Yaklaşık yirmi civarı karakterin hikayesini kitabın sonunda kadar detaylıca anlatmış yazar. Aşağı yukarı her iyi klasik eserde olduğu gibi bu romanın da o zamanlardan günümüze ışık tutma durumu var. Ya da siyaset ve insanlar hiç değişmedi bilemiyorum. O zamanlar gördüğümüz yalakalık ve karaktersizliklerin bin beteri var bugün. Yerimizde bile sayamayıp geriye gitmişiz maalesef.
Romanda dönemin siyasi olaylarını okuyoruz ve araştırma ihtiyacı hissediyoruz çünkü yazar olaylara tamamen hakimmişiz gibi yazmış romanı. Bana detay gelen olayları araştırma ihtiyacı hissettim ki bu da güzel oldu. Toparlayacak olursam Türk burjuvasının halini ve çok özendikleri Avrupalılaşmayı nasıl beceremediklerini, üzerlerinde nasıl sakil durduğunu büyük bir beceriyle anlattığını düşünüyorum yazarın.
Zaman zaman Adnan'ın gönül ilişkilerini uzun uzun okumak yorsa da karakterin derinliğini vermek için gerekliydi sanırım. Kitap oldukça uzun ve okuması vakit alıyor ama edebi olarak oldukça tatmin edici ve usta işi. Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri ama günümüzde Türk klasikleri sayılırken bu kitap nedense es geçiliyor ya da gerilerde kalıyor. Bunun sebebini de pek anlayamadığımı söylemeliyim son olarak.
Bu kitapla tanışmam basit bir tesadüfe dayanır. Sadece bir yerde adını okuyup hiçbir fikir sahibi olmadan "kitaplıkta dursun bir gün okurum" diyerek almıştım. Şimdi kitabı bitirdikten sonra sadece bunu daha önce nasıl hiç duymamış ve okumamışım diye şaşırıyorum kendime. Okuduğum ve çok beğendiğim kitapların çoğu bu şekilde bir beklentim olmadan aldığım kitaplardan çıkıyor nedense.
Üç İstanbul kesinlikle edebiyatımızın en başarılı örneklerinden biri olmasının yanı sıra 100-150 yıllık geçmişimize ışık tutan tarihi bir eser de aynı zamanda. 1938 basımı olmasına rağmen dili şaşılacak kadar anlaşılır ve sade.
Tarihi yazanlar belki siyasetçiler ve savaşlar fakat yaşayanlar ise bu siyasetçilerin hükmettikleri halklar ve savaşların öldürdüğü insanlar oluyor ne yazık ki. Bu yüzden tarihi tümüyle anlamak için kuşbakışı bir tarih anlayışının dışına çıkıp halkın seviyesine inmek ve onların gözünden ve hayatından o dönemi okumak gerek.
Halk olarak en sevdiğimiz tarih öğrenme şeklimiz maalesef yalan yanlış senaryolar ile maskeler giydirilerek sunulan diziler olduğu için bugün hala tv'lerde 2. Abdülhamit dönemi özendirilerek anlatılıyor. 33 yıl süren ve halkın her kesiminin eğer öldürülmediyse canından bezdiği bu dönemi o zamanın insanlarının gözünden okumak lazım. Bugün hala kendilerini ahlakın, adaletin, sözümona inandıkları dinin en saf örneği olarak gösterip de çıkar ve rant uğruna her türlü namussuzluğu utanmadan yapabilen insanlar var; fakat bu insanlar yeni türemediler. Onlar yüzlerce yıldır zaten vardılar.
Namussuzluğun, vatan hainliğinin, iki yüzlülüğün, din tüccarlığının, para ile satın alınan insanların ve her yerinden pislik aktığı halde bunu bir sakal ve takke ile örtmeye çalışanların sıkça işlendiği romandaki karakterler o kadar canlı ve gerçekler ki aradan geçen bir yüzyıldan sonra bu insanlara bu kadar aşina olmak korkunç. Bu romanın en büyük başarılarından biri de bu halkın analizinin bu kadar başarılı şekilde işlenebilmiş olması.
Romanı okurken anlatım tarzı ve hikayesi bana okuduğum başka kitapları da çağrıştırdı sıkça. Özellikle Sinekli Bakkal ve Cevdet Bey ve Oğulları kitapları ile kısmen aynı dönem anlatıldığından bu çağrışımlar belki normal ama son tahlilde yazarın tarzı bana en çok İki Şehrin Hikayesi'ni anımsattı. Tabii burada iki yerine tek bir şehir üç katmanlı olarak anlatılmış ama bende asıl Dickens izlenimi uyandıran yazarın tefrika roman yazar gibi her bölümde ayrı sürprizler yapıp okuma heyecanını körüklemesi ve okuyup geçtiğimiz ve önemsemediğimiz kişilerin ve nesnelerin ilerleyen bölümlerde aniden okuyucunun karşısına çıkarak romana yeni bir boyut kazandırması oldu. Bu detay ve karakter bolluğu okuyucunun hafızasını sık sık zorluyor. Hatta bu konuda Yüzyıllık Yalnızlık ile benzeştiğini de söyleyebiliriz. Eğer hafızanıza pek güvenmiyorsanız veya romanı uzun bir döneme yayarak okuma fikrindeyseniz ayrı bir not defterine romandaki karakterlerle ilgili notlar almanız çok işinize yarayabilir. Zira romanda tanıştırılan en önemsiz şahıs bile eğer ölmediyse mutlaka ileride hikayeye tekrar katılacaktır.
Beklentim bir dönem romanı okuyacağım yönündeydi ama kitap aşk, şehvet ve entrika yönünden daha ağır bastı. Benim beklentimden kaynaklı bir memnun olmama durumu dışında yazarın anlatımına diyecek en ufalk bir sözüm bile yok. Harika kitap. Harika anlatım. Ama dediğim gibi ben başka şeyler bekliyordum.
Adnan karakteri üzerinden yaklaşık 35 yıllık bir dönemi anlatan Mithat Cemal Kuntay İstanbul'un yaşadığı ruh hallerini de Adnan'a tesir ettirmiş. 93 Harbi'nde İstanbul=Parasız, sefil Adnan İstibdat Dönemi ve İttihat Terakki İstanbul'u= Şehrin önemli adamı Adnan(Aynı ittihatçiler gibi) Mütareke Dönemi İstanbul'u=Bedbaht Adnan! Osmanlı gibi yavaş yavaş eriyen bir muharrir!
Esprili anlatımı, yer yer eleştirel bakışı, sade dili ile güzel bir kitap. Okunmalı.
NOT: Son olarak Allah belanı versin Adnan senin! Şehvet düşkünü adi herif!
İstanbul'un üç tarihsel dönemini arka planına alarak, yine o üç dönemden insan ve toplum yansımalarını müthiş bir şölenle okuyoruz. Bu denli değerli ve övülesi yapan kitabı bence, bu bahsettiğim dönemlere bizzat şahit olan yazarın, basıldığı tarihe göre oldukça cesur ve objektif bir kaleme sahip olması.
Adnan karakteri merkezinde, Türkiye ve Osmanlı tarihinin en önemli dönemlerini sahneye konuk alarak, günümüze kadar gelen, toplum, aile, kadın-erkek ilişkileri, adalet sistemi ve siyaset ve hatta vatanseverlik üzerine detaylı, eleştirel ve bir o kadar dertli bir roman.
Türk edebiyatının ne denli geniş bir yelpazeye sahip olup okumakla anlaşılamayacağı da bu kitapla ortaya çıkıyor bence. Salt bu kitabı okuyarak, ne dönemin tarihi olaylarını ne de o dönem ve hatta öncesi sonrası ile Türk insanının evril(me) mesini anlamak mümkün değil. Bu sebeple Türk edebiyatının o yelpazesinden birkaç detayl okuma daha yapmanız icap edebilir.
Kitabın asla dönemin siyasi ve ideolojik olaylarına ayna tutmak gibi bir misyonu olmaması ve buna karşın hiç beklemediğiniz bir satırda sizi adeta sobelemesi de güzelliklerinden biri.
Bir süre Adnan' a kızabilir, Belkıs'ı ya da Süreyya hatta Moiz i anlamakta zorlanabilirsiniz benim gibi. Sonra Bi durunca Bi kahve molası verince kitaba o zaman çok uzağa değil etrafımıza bakınca anlayabilirsiniz.
Kitapla ilgili olarak döneminde, kadınlar için yaşananların abartılıyor olduğu kadınların bu denli ifffetsiz(!) olamayacağı ki bence bu doğru değil hatta o dönemde daha bile fazlası olması mümkün yasaklar her zaman daha da tatlıdır.
Kitaba dair tek eleştirim ise gelecek nesillerin okuyabilmesi bakımından düzenlenmesi en azından dipnot olarak birtakım kelimelerin güncellenmesi.
Kesinlikle okunması gereken harika bir Türk klasiğini daha da geç kalmadan okuyun derim!
Arka kapakta Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri olarak tanımlanan bu romanda Adnan karakteri ve çevresindekiler üzerinden istibdat, ardından gelen meşrutiyet/tek parti ve son olarak işgal döneminde İstanbul'u okuyoruz.
Kitabın en güçlü yönü beni en çok yoran özelliği oldu. Mithat Cemal Kuntay müthiş bir atmosfer yaratıcısı. Bugünümüzü anlamada hala geçerliliğini koruyan mükemmel tespitler var kitapta. Adeta dönemin filmini çekmiş bu metinle. Zaten dizi uyarlaması da mevcut. Fakat o eşyaların, evlerin, karakterlerin ayrıntılı tasviri bir yerden sonra sıktı beni.
Romanla ilgili beni oldukça rahatsız eden bir husus var; yazarın kadın karakterleri ele alış şekli döneminin özelliğidir deyip geçilemeyecek kadar cinsiyetçi. Kadınlarla bir derdi varmış belli. Yine görmezden geldim tabii yoksa bazı erkek yazarları okumak mümkün olmuyor.
TRT'nin TRT olduğu zamanlarda, kitaptan uyarladığı aynı adlı dizi için Timur Selçuk'un hazırladığı nefis jenerik müziği ile başlayalım, arkada çalsın.
Harika bir dönem kitabı ve benim de bugüne kadar okuduğum en güzel Türkçe romanlardan birisiydi. Uzunca zamandır kütüphanemde duran bu şaheseri, Oldtimer grubu ile eş zamanlı olarak okuma fırsatı elde ettim, harika bir okuma deneyimi oldu. Okumayan arkadaşlara hararetle tavsiye ederim.
Kitapta baş kahraman Adnan Bey'in hayatı üzerinden, İstanbul'un üç ayrı döneminde şehrin sosyal ve toplumsal hayatı, elitlerin, aydınların ve sıradan halkın yaşayışı iç içe oldukça renkli bir şekilde canlandırılıyor. Bu üç ayrı İstanbul, istibdat dönemi, topyekun İTC dönemi olarak adlandırabileceğimiz meşrutiyet ve harb-ı umumi dönemleri ve sonrasında gelen işgal dönemi olmak üzere, imparatorluğun batışına denk gelen yaklaşık 35 yıllık süreyi kapsıyor.
Adnan'ın hikayesi ve İstanbul ile tanışması, 93 Harbi ile Rus ordusunun önünden kaçan zavallı bir muhacir olarak İngiliz Said Paşa'nın konağına gelişi ile başlıyor. Bu hikayeden ve kitaptaki bir çok başka ayrıntıdan aslında romanın otobiyografik izler taşıdığını söylemek mümkün. Her ne kadar o dönem Rumeli'nin kaybı ile birlikte İstanbul'da muhacirlerin çokluğu malum olsa da yazar Mithat Cemal de İşkodra'dan İstanbul'a gelen bir muhacir ailesinin oğludur. Yine Adnan gibi hukuk fakültesini ya da kitaptaki hali ile mekteb-i hukuku bitirip, ailesini geçindirmek üzere gazetecilik, özel öğretmenlik ve en son olarak da avukatlık yapar.
Mithat Cemal'in Adnan karakterini kendi hayat hikayesinden esinlenerek yarattığı anlaşılıyor, bununla birlikte kitapta ayrıntılı bir şekilde aktarılan kırka yakın karakterin arasında yazarın gerçek hayattaki ahbapları ve tanıdığı simaların yer alması da ihtimal dahilindedir. Bunların arasında ilk sırada gelen ise, Adnan'ın okul arkadaşı olarak hikayede yer alan ve ilk sayfadan son sayfaya kadar namuslu olarak kalan ender birkaç kişiden birisi olan Şair (Mehmet) Raif, yazarın aziz dostu asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif Ersoy'dan başkası değildir. Yalnızca Mehmet Akif değil, Ali Emiri Efendi, Talat Paşa gibi dönemin ünlü pek çok siması da romana kıyısından köşesinden dahil oluyor. Pek çok karakter olması ve bunların çok boyutlu işlenmesine bayıldım. Özellikle Belkıs karakteri Dostoyevski'nin ağzını sulandıracak bir yapıda, eh Adnan da ondan geri kalmaz.
Kitabın şarkısını yukarıda paylaştım, kitabın bir de kokusu olsa, o da kesif bir çürüme kokusu olurdu. Kırka yakın karakterin arasında bozulmadan kalan çok az kişi var demiştim, geri kalanlar ise tüm imkanları nispetinde alçaklık yarışı içerisindeler. Yazarın bu karakterleri tasvir ederken şahsi gözlemlerinden, yaşadıklarından ilham aldığı anlaşılıyor. Devir değişiyor, kişiler değişiyor, kişilerin bulundukları cenah değişiyor, gel gelelim çürüme ve çözülme değişmiyor. İstibdat, sansür, çürümüşlük, her yere yuvalanan ihbarcılar, jurnalciler, simsarlar, ajanlar, dönekler, rüşvetçiler, dalkavuklar, herkese hain damgası vurmada yarışan envai çeşit namussuzlar ve milletin zarureti. Bu da o çürüme zamanlarında çekilen unutulmaz bir fotoğraf, Balkan Savaşı'ndan dönüşte Beyoğlu'ndan geçen asker ve payitaht beyzadelerinin umursamazlığı. Ne kadar da tanıdık geliyor değil mi? Umalım ki sonumuz benzemesin...
Türkçe'nin hem Osmanlı, hem çağdaş formunun bir arada kullanıldığı, en geniş kelime dağarcığı ile yazılan kitabın diline hayran olmamak mümkün değil. Aynı paragrafta hem "ziya" hem "ışık" kelimesi üstelik farklı anlamları kastedilerek kullanılıyor. Ya da başka bir örnekteki şu cümlede olduğu gibi;
"Demin üşenerek konuşan ve sanatkâr öksürükleriyle yaşına yirmi yıl zammeden Maliye Nazırı yerinden bir delikanlı olarak fırladı."
"zammetmek" gibi basit ancak bugün neredeyse hiç kullanılmayan fiilleri görmek de sevindiriyor.
Yirmi gündür kitabın içerisine o kadar daldım ki kitabın dili neredeyse günlük konuşma dilime yansır hale geldi. İş yerinde bir konu üzerine "Şimdilik iptidai bir çözüm olur ama bayağı rahatlatır." şeklinde verdiğim tavsiye üzerine anlık kısa şaşkın bakışları görünce çok eğlendim veya kayınvalidem aniden vefat eden eski bir ahbabının bahsini açınca, "Eskiler böylelerine 'fücceten gitmiş der' " demem üzerine onun da hiç yadırgamadan "Evet babam pat diye gidenlere hep öyle derdi" demesine bıyık altından gülümsedim. :)
Yalnız ne acıdır ki bu güzel diline rağmen görünen o ki, sen ben ancak üç beş kişi saygıyla okuyoruz, o kadar. Yine de az kişi okusa da okuyucusu tarafından genelde çok beğenilen ve hakkı teslim edilen bir kitap olmuş. Daha önce okuduğum, hikaye edilen dönem ve ana teması benzeyen Nahid Sırrı Örik'in Sultan Hamid Düşerken ve Peyami Safa'nın Fatih Harbiye eserleri ile aynı tadı aldım. Herkese hararetle tavsiye ederim.
Okurken birden insanı vuran onlarca cümle var, bazılarını aktarıp artık bitireyim:
"Halkın önüne düşecek kudretimiz yok, arkasından yürüyecek adam da bulamıyoruz."
"O, İstanbul'da gazi olurken Moskof Çarı cebinden yere düşmüş bir ipekli mendil gibi Ardahan'ı alıyor, Moskof ordusu Tuna'yı haritadaki çizgiden atlar gibi telaşsız geçiyor"
"Adnan Maliye Nazırı'nın göğsüne sokulmuş, başını omzuna koymak, ağlamak istiyordu. İkisi de iki çocuk kadar güzeldiler. Maliye Nazırı birdenbire kendi haline kızdı, dipdiri bir sesle, "İyi olacak, çok iyi olacak... Ölmeyeceğiz, bu millet ölmeyecek... İyi günler göreceğiz... Yaşayacağız!" dedi. Sapsarı ayağa kalktı."
Kitabın sonundan son bir alıntı yaparak noktalayayım ancak spoiler olacağı için gizliyorum, henüz okumayan arkadaşlar burada kesebilirler.
#7 Çürüyen, yozlaşan İstanbul ve bu İstanbul'un çürüyen, yozlaşmış insanları... Mithat Cemal Kuntay'ın romanından sürekli bir leş kokusu gelir burnunuza... Gözlemlerle beslenen bir ayrıntı zenginliği, kişilerin alabildiğine sahih oluşu romanda kendini duyuruyor, romanı çekici yapıyor; ama yaşayıp gördüğü (daha doğrusu görüp öfkelendiği) birçok gereksiz ayrıntıya kıyamayışı, romanı bunlardan ayıklayamayışı, romanın dağılmasına, iç örgüsünün gevşek olmasına yol açıyor. Hiçbir romanımızda, Üç İstanbul'da olduğu kadar bol roman kişisi yoktur ... konakların, köşklerin, yalıların gerçek yüzlerini gösteriyor; geçmişe imrenerek, özleyerek değil; tiksinerek, öfkelenerek bakıyor... Romanda, sinemacıların deyimi ile, 'harici sahneler' yok gibidir; hep konaklarda, yalılarda geçer olaylar.
Belli, yalnız kendini beğeniyor Mithat Cemal! Herkes namussuz, herkes aptal, herkes kültürü sathi... Bu kendini beğenmişlik romanın bütününe sinmiş; kişilere bakışını olduğu gibi, üslubunu da etkilemiş: süslü ifade, paradoks ve vecize merakı... Ama, zaman zaman şaşırtıcı bir dil usatalığına vardığı, bir kaç sayfada anlatılacak şeyleri bir iki cümlede anlattığı, süsle zekayı uyumlu bir biçimde birleştirdiği de bir gerçek...
İnsan gerçekliğine de, toplum gerçekliğine de çok kişisel, çok keyfine göre bir açıdan bakan, yanlış değerlendirmeler yapan Mithat Cemal'e rağmen, Üç İstanbul, insan gerçekliğini de, toplum gerçekliğini de başarılı bir biçimde yansıtır. Temeldeki sebeplere inemeyişi, gerçeklere bilimsel bilgiyle beslenen bir görüş açısından yaklaşamayışı pek o kadar önemli görünmez.
Üç İstanbul'da o pek ilkel tesadüfler, durmadan veremden ölmeler, kaldırılan cenazeler, gereksiz ayrıntılar, süslü ifadeler, vecize ve paradoks çabaları romanın güçsüz yanları. Ama bunlara rağmen, üç ayrı dönemin toplum gerçekliğini yansıtması, Adnan'la Belkıs gibi unutulmaz iki roman kişisi yaratması bakımından Mithat Cemal'in bu romanı bugün de ilgiyle okunmaktadır.
1980’lerde neredeyse çocukken izlediğim dizisini hayal meyal hatırladığım Üç İstanbul 2023’de okuduğum ilk roman oldu. Ama kitabı beklediğim ölçüde güçlü bulmadığımı söylemeliyim. Hakkında bu mecrada da dahil olmak üzere okuduğum övücü yorumların yarattığı beklenti de bunda rol oynadı sanırım.
Evet, güçlü gözlemler, etkileyici tasvirler var. Ama bir bütün olarak bir edebiyat başyapıtı niteliğinde olduğunu düşünmüyorum. Bol miktarda klişeler kullanılmış, tekrarlar çok yapılmış, gereksiz uzatılmış, ikna edici olmayan olay örgüleri serpiştirilmiş. Süheyla ve Raif (yani şair Mehmed Akif) dışındaki tüm karakterler son derece itici, ahlaksız, çıkarcı, şehvet peşinde. Ayrıca da biraz kartondanlar. Başkahraman Adnan Bey de, bence sempati duyulmayacak, bal gibi bencil ve de kötü denilebilecek bir insan.
1938’de ilk basımı yapılan ve Mithat Cemal Kuntay’ın yazdığı tek roman olan bu kitap edebi yönünden çok sosyolojik değeri açısından önemsenebilir. Zira memleketimizin Abdülhamit, İttihat Terraki ve Mütareke dönemlerinde toplumsal bir çürüme içinde olduğu, düzenbaz ve çıkarcı şahısların her devre ayak uydurabildikleri çarpıcı bir şekilde ortaya konulmuş. Ama bunun için 650 sayfalık “eskimiş” bir romanı okumayı herkese tavsiye etmem. (Cumhuriyet döneminden itibaren yaşanan siyasi ve toplumsal yozlaşmayı benzer bir optikten ama daha iyi bir yazımla görmek için de Kemal Tahir’in romanlarına başvurulabilir.)
Yazarın bu tek romanı ile aynı anda hem Osmanlı’nın çöküşüne tanık olurken hem de yarattığı karakterler ile aydın sınıfının yozlaşmasını okuyoruz. İstibdat, meşrutiyet ve mütareke dönemlerinden adını alan roman satır aralarındaki vurucu cümleler ile aslında günümüze de ışık tutuyor. Okurken zaman zaman durup aynı sorunların hala yaşandığını görmek ve yazar ile aynı soruları günümüzde de sorabilmek şaşırtıcı bir hal alıyor. Neredeyse 100 yıllık bir geçmişin izlerini bu derece canlı bulmak ve dünden bugünü okumak bir nevi. Konusu dışında yazarın yazım dili ve kullandığı uslüp da çok can alıcı. Kendi adıma okumamak çok şey kaybettirirmiş.
Osmanlı İmparatorluğu'nun batarken geçen 25 yılına tanık oluyoruz Üç İstanbul'da. Önce Abdülhamit Dönemi karşılıyor bizi sonra Meşrutiyet Dönemi ve en son İşgal Dönemi'yle bir imparatorluk yok oluyor. 20 yılda yazılan kitap yazarın da o dönemde yaşadığı düşünülürse bir nevi gözlemlerinin ürünü olmuş. Tahlilleri son derece başarılı. Herkesin yanlışlarını veya haklı noktalarını ideolojik taraf tutmadan yansıttığını düşünüyorum. Bu açıdan tam bir dönem romanı olmuş. Yazar olayları Adnan diye bir karakter üzerinden kurgulamış. Adnan diye kurgulanan karakter aslında toplumdan herhangi biri, kim olduğu hiç farketmez. Hep daha iyi insan olmak isteyen ama arzularına yenilen, her zaman daha yukarılara çıkmak isteyen, ihtiraslarının kurbanı olan ve daima en güzele sahip olmak isteyen klasik insan betimlesi Adnan'da vücut buluyor. Adnan toplumun bireye indirgenmiş hali. Bunun için yaptıkları beni hiç şaşırtmadı. Yerinde betimlemeleri, ince mizah ve tarihi anekdotlarıyla bayılarak okuduğum bir kitap oldu Üç İstanbul. Asıl şaşırdığım bu kadar muazzam bir kitabın neden bu kadar az bilindiği. Sanırım bir süre bu kitap tavsiye kitabım olacak. Siz de eğer hala okumadıysanız okuyun ve okutun.
"Bu devlet adamları hiçbir şey söylememiş olmak şartıyla konuşurlardı; latife etmezlerdi; yüzleri buruşmayarak gülerlerdi; anlatılan şeylere inanmazlardı; inanmadıkları şeyleri anlatırlardı."
Yazarın tek romanı, keşke daha fazla yazabilseymiş. Defalarca okunmayı hakeden, her sayfasında yeni bir şiirsellik, her sayfasında bir tazelik bulacağınız neredeyse bir asır önce yazılmış romanda; İstanbul'un İstibdat'tan, II. Meşrutiyet'e, İttihat ve Terakki dönemine ve 1. Dünya Savaşı sırasında, Istanbul'luların dönemlere göre değişen hayatları, her devrin adamları, çıkarları peşinde sarıklılar, fesliler, dolandırıcılar, devir değişince varlıklarını kaybedenler, birden iktidara çıkanlar, sonra tekrar kaybedenler dilin en güzel kullanımıyla anlatılıyor... Aşklar, umutlar, zorunluluklar, tesadüfler, hastalık, doğum, ölüm, insan psikolojisi üzerine eşsiz tespitler... Kesinlikle bir edebiyat şaheseri...
Döneme hakim olmasam da kitaptaki tek taraflı bakış ( herkes kötü, SADAKATSİZ,mevki para için her şey ama her şeyi yapabilecek durumda ) beni rahatsız etti. Onca karakterin arasında bi iki tane iyi insan varsa da onlardan neredeyse hiiiiiç bahsetmemiş, sanki dönemi en kötü en çirkef en çamur haliyle anmak, andırmak istemiş. O dönemin bu olaylardan ibaret olduğunu düşünmüyorum. İstanbul insanların yatak odasından ibaret değildi.Tek bi yönden bakılmış o açıdan dönem kitabı olarak sığ buldum.
Evet her devirde her memlekette çıkarı için sürekli yağmur nereye yağarsa çadırı oraya taşıyanlar her zaman gücün gölgesinde kırıntı menfaat için eğilip bükülen dalkavuklar vardır. Devrin adamı olanları da güzel anlatmış devrinde şahlanıp devri geçince sefalete sürükleneni de. Ancak - kıyaslamak doğru olur mu bilmiyorum - Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” üçlemesinde bulduğum lezzeti bu kitapta bulamadım.
Mithat Cemal'in kitabı çok iyi bir panoramik tarih romanı. Pek bilinmemek ve hakkı teslim edilmemekle birlikte; üslup, dil, hikaye örgüsü, anlatı vb açılardan Türk edebiyatının zirvelerinden biri... Son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyetin toplum, siyaset, kültür, bürokrasi ve diplomasisi açısından da kapsamlı bir gözlem aynı zamanda... Kuntay'ın şahsında, dönemin entelektüellerinin fikir seviyesinin yüksekliği de, bugünkü karikatür aydınlara nispetle, baş döndürücü düzeyde...
3 dönem boyunca İstanbul'u, içindeki insanların yaşamları ve memleketin genel durumu anlatılıyor bu kitapta. İlk dönem II. Abdülhamit dönemi İstanbul'u. Abdülhamit'in bütün devlet politikasını kendisinin zarar görmemesi, suikaste uğramaması vs üzerine kurması, bazı vatan topraklarının tek kurşun atılmadan verilmesi, gerçekten çok üzücü. Son 20 yılda yaratılmış bir Abdülhamit imajı var, yok efendim hiç toprak kaybetmemiş de bilmemne okumuş yazmış insanların ağzından dahi duydum bu cümleyi. Gerçek hiç de öyle değil halbuki. Devletin ileri gelenlerinin arasında da bilgi, beceri ve deneyim anlamında çok yetersiz insanların olması, memleketin bu kadar dibe nasıl battığını ve niye kurtarılamadığını da gösteriyor bize aslında. Sonrasında ikinci İstanbul olarak da İttihat ve Terakkiciler iktidara geçiyor. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik ve adalet gibi söylemlerle yönetimin başına geçen teşkilatın; tam olarak eleştirdiği şeylere dönüştüğü görülüyor. İnsanların kokuşmuşluğu, karakterlerinin çürümüşlüğü her dönemde aynı. Dünya harbi başlamış, memleket yanarken bazılarının sefahat içinde yaşamaya devam etmesi, bana Yakup Kadri'den Sodom ve Gomore'yi hatırlattı. Üçüncü İstanbul dönemi ise dünya savaşının bittiği ve memleketin işgal edildiği yıllar. Aynı kokuşmuşluk yine devam ediyor, bir tarafta canını ortaya koyup vatanı kurtarmaya çalışanlar, öbür tarafta kişisel ikbalinden başka şey düşünmeyen insanlar. Yazarın tek romanı imiş bu kitap, muhteşem bir iş çıkarmış, kitaptaki her karakter etiyle kemiğiyle çok gerçekçi resmedilmiş. Okuduğuma sevindiğim bir kitap oldu benim için.
Baş döndürücü. Bu kadar çok karakteri elle tutulacak kadar somut bir şekilde inşa etmesi ve geliştirmesi açısından okuduğum hiçbir şeye benzemiyor. Çünkü anlatısını birey düzeyinde bırakmıyor; bir yandan da bu karakterleri temel alarak uzun yıllara yayılan bir toplum panoraması sunuyor. Hem yakından hem de uzaktan bu kadar net bir resim çekebilmek ve bunu sayfalarca sürdürmek müthiş bir iş. Özellikle kalabalık yemek sofralarının anlatıldığı sahneler muazzam. O sofrada oturuyor olsam, gözümde ancak bu kadar net bir resim canlanabilirdi herhalde. Yer yer tarihten gerçek kişiler de karşımıza çıkıyor okur olarak ama Kuntay’ın esas başarısı bu gerçekliğin içerisine, kurmaca karakterlerini kusursuz bir şekilde yerleştirmesinde. Kitapta klasik bir “kahraman” bulmak mümkün değil, gerçek hayatta olduğu gibi herkes aslında birer “anti-kahraman”. Bazı şeylerin neden hiç değişmediği sorusunun yanıtı da bu “anti-kahramanlarda” yatıyor.
Kitapla ilgili duygularım biraz karışık aslında. Öncelikle edebiyatımızda böyle güçlü bir kalemin olması beni bir okur olarak mutlu etti ancak kitabı okurken anlatılan dönemde hiç mi ‘temiz’,’namuslu’ insan yoktu dedim. Belki de yazar böyle hissedilsin istemiştir bilemiyorum. Kitapta eski Türkçe kelime çok fazla olmasına rağmen okunması kolay bir romandı. Arka planda istibdad,meşrûtiyet ve yeni kurulacak devletin ilk dönemi daha yoğun olsun ve hissedeyim isterdim ama bu dönemlere merak uyandırması açısından sevdim diyebilirim.
Üç İstanbul, tarihi arka planda muharrir Adnan beyin öyküsünü anlatırken, dönem insanlarının istibdat altında değişen güç ilişkilerinde davranışlarını izleme olacağı sunuyor. Anlatı içinde düşmeyen bir tempoda süren romanda, sadece tarihi değil günümüz davranışlarının da temellerini görüyoruz. Zamanını aşan kitap klasikler arasında yer almayı hakediyor.
Yazarın dilini çok beğendim. Çok güzel söz sanatları gözüme çarptı. Dili 10 numara 5 yıldız
Romanın günümüze direk ulaşması ve dip notlarının bile yazarın kaleminden çıkması benim için artı taraftı.
Romanda baya karakter kullanıp sonra da o karakterlerle son yapması yorucu gelse de zihnimi çalıştırması bakımından güzeldi. Bir yazar için karakterleri birbirine bağlamak zor olsa gerek. Bazı okurlar çok karakterle yazmış olmasını abartı bulabilir.
Tarihle ilgili beni aydınlattı diyemeyeceğim. Eğer o dönemi anlamak istiyorsanız ,destekleyici metin okumanız gerekiyor. Çünkü ittihat terrakki dönemine hatta gözde Enver paşa ya bile bir kaç satır rastlarsınız. Babı Ali baskını bile çok üstün körü. Üç İstanbul bence dönemin sosyolojik boyutunu anlatmış. Hem de halkı tabaka tabaka ele almış.
Benim için olumsuzluğu çok fazla çarpık ilişkiden söz ediyordu. Bir tane düzgün aile olmaması döneme haksızlık diye düşünüyorum. İnsanlar hep kötü kaypak fesat onursuz
Adnan ın başına gelenler sonda da söylediği gibi bu kadar tesadüf olamaz. Hiç yutmadım. :)
İhtilal dönemi olmasına rağmen kitabı ben durağan buldum heyecanlandırmadı desem yeridir.
Mithat Cemal Kuntay’ın “muâşeret romanı” olarak tanımladığı Üç İstanbul, sadece bireylerin değil, bir imparatorluğun da iç dünyasını anlatıyor. Kitapta üç İstanbul; Abdülhamid dönemi, Meşrutiyet dönemi ve Mütareke dönemi olarak karşımıza çıkıyor. Her dönem, başkahraman Adnan’ın gözünden bir çöküş süreci olarak tasvir ediliyor.
Adnan; güç, itibar ve kadınlar arasında bocalarken, aslında Osmanlı’nın değişen değerleriyle savaşan bir karaktere dönüşüyor. Onun nefsine, geçmişine ve çaresizliğine yenik düşüşü, sadece kişisel bir trajedi değil; aynı zamanda bir medeniyetin yorgun hikâyesi.
Roman boyunca karşımıza çıkan Belkıs, Süheylâ, Zehra gibi karakterler ise Osmanlı’nın doğu-batı, gelenek-modernleşme arasındaki kırılmalarını temsil ediyor. Kitabın dili yer yer ağır olsa da, dönemin ruhunu yansıtan ayrıntılar, kültürel göndermeler ve musiki/edebiyat bağlantıları muhteşem.
Üç İstanbul, yalnızca bir dönem romanı değil; aynı zamanda karakter çözümlemeleri, siyasi analizler ve sosyolojik yorumlarla dolu, çok katmanlı bir eser. Kesinlikle Türk edebiyatının başyapıtlarından biri.
Tarihi roman olma kaygısı ile yazılmamış. Dönemin şartları gereği, bundan özellikle kaçınıldığını düşünüyorum. Tarihi olaylara yönelik bölümler çok sınırlı tutulmuş. Bu haliyle bile uzun bir süre yasaklı olması, durumu bize açıklıyor zaten.
Kitapta insanların çoğu kötü, kaypak, onursuz olması da beni şaşırtmadı. İnsanların baskı ve can güvenliklerinin olmadığı bir ortamda ne hale gelebilecekleri çok iyi anlatılmış. Kaç-kurtul refleksi ve içgüdüsel davranış şekilleri ile hareket etmeleri kitapta inanılmaz güzel aktarılmış. Sosyolojik açıdan çok doyurucu.
Karakterlerin çoğu Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre ilk basamak olan, güven basamağındalar. Bu nedenle estetik, onur, değer, kendini gerçekleştirme olanağı bulamıyorlar. Bir dengesizlik halinde ve sorunlarını çözmek için cinselliğe sığınıyorlar. En tanıdık alana.
Yazarın objektif olma gibi bir kaygısı da olmadığı açık. Kendi dünyasının bir yansıması olduğunu, ‘ acaba ben yaşlandığım için mi, herşeyi kötü görüyorum? cümleleri ile anlıyoruz. Kitabın ödün vermediği noktalar ise sanatsal söyleyiş ve tamamen kendine has oluşu.
Romanın ana teması ‘çöküş’. Adnan’ı mükemmelliyetçiliği, Süheyla’yı kendini merkeze alamaması, Belkıs’ı tüketici olması bitirdi.
Mükemmellik algısı Adnan’ı ele geçirmişti, hiçbirşeyden tatmin olmuyordu. Romanını bitiremedi, hiçkimseyi tam olarak sevemedi.
Tam mükemmel sevgiye ulaştığını, kurtulduğunu düşünmeye başlamıştı, yeni doğan oğlu ile bunu aşacağını düşünüyordu, hasta olup oğluna yaklaşamadı bile. Bu da evrenin cevabıydı oysa ki; mükemmel olmak, mükemmel sevgi bir hayaldir.